Bir arkadaşım, “Metroya binerken yüzü gülen insan görmüyorum.” demişti. İstanbul’a geldim geleli, insanların gözlerinin içine baka baka yürürüm. Yüzlerdeki ciddiyet, bana zihinlerinde çok farklı şeyler gezindiğini hissettiriyor. Sanki yüzleriyle zihinleri arasındaki bağlantılar kopmuş gibi. Bu o kadar bulaşıcı bir şey ki, ben de çoğu zaman pek gülümsemiyorum.
Katre adında bir kadın. Bir bankacı, sabahı ve akşamı belli. Kahvaltısı bir poğaçadan ibaret, ancak yürürken yiyebiliyor, bir on dakikalık yürüme mesafesinden sonra metrobüse, oradan aktarma yapıp metroya binecek, sonrasında yine bir beş dakika daha yürümesi gerek. Diğer birçok işe giden insanlarla aynı vakitte işte olmak ve aynı yoldan gitmek zorunda olduğu için kendini kalabalığın ve telaşın içinde buluyor. Bu kadar zamandır işe gidip geliyor ve her gün binlerce insanla göz göze geliyor; ama bir gözü bir kere daha görebildiğini pek hatırlamıyor.
Katre, karşıdan karşıya geçmek için araçların yol vermesini bekliyor. Yok hayır, bu İstanbullu için çok komik bir senaryo oldu. Doğrusu şöyle olmalı: Katre, adımlarını zihninde öyle hesapladı ki, karşıdan karşıya geçerken durma ihtimali yüksek bir sürücüye denk getirdi ve kaldırımdan yola adımını attıktan sonra artık sürücüyle göz temasını kesti, dikkatini duymaya verdi. Sürücü de “Sen bana bakmıyorsun; ama ben sana yol vermek istemiyordum, bana resmen üstünlük taslamış gibi hareket ediyorsun.” dercesine tüm hızıyla yaklaşıp son anda frene basıyor. Katre karşıya geçmiş, sürücü de yoluna devam etmiş oluyor; ama zihinlerinde çok başka senaryolar var. Katre içinden “Ezseydin bir de!” diyor, sürücü bağırıyor, laf atıyor. Katre dikiz aynasını kırmak istiyor, sürücü ezmek…
Ben uzun boyluyum, dolayısıyla adım mesafelerimin daha uzun olmasını, daha hızlı yürüyebileceğimi varsayıyorum. İstanbul’da kadınlar erkeklerden daha hızlı yürüyor. Bazı kadınları geçmek için koşmam gerekiyor. Katre de öyle yürüyor. Erkek hegemonyasının içinde kendini güvende hissetmediği için mi bu böyle? İşe her gün geç kaldığı için mi? Yoksa burada herkes hızlı yürüyor, öyleyse ben de hızlı yürümeliyim diye düşündüğü için mi sadece?
Bir kere yavaş yürümeyi denedim. Yüzüme bakıp uyaracak kimseye denk gelmedim; ama omzuma dokunup, elime çarpıp başını çevirmeden geçip giden çok oldu. Sanki, hayallerinde kolumdan tutup kenara çekip sorguya çekmek istiyorlardı da, gerçekte sadece bunu yapabilmişler gibi. Bir kere yürüyen merdivenin solunda durmayı denedim, bir kadın söylene söylene yanımdan geçti. Bir keresinde de bir öğrenci önümü keser gibi yapıp geçti yanımdan. Kuralların olması hayatın akışını kolaylaştırmak için iyi şeyler de, burada çok başka bir durum söz konusuydu. Burada daha çok insanlar kendi içinde biriktirdikleri öfke ve nefreti bir bahane bularak boşaltma ihtiyacı duyuyordu. Tıpkı metrobüsün şoförüne şemsiyeyle saldıran yolcu gibi. Sorsak Katre’ye neden hızlı yürüyorsun diye, bir cevabı yok belki de. Sabah yarım saat daha erken çıksa yine hızlı yürüyecek, önüne çıkan engele yine omzundan ittirerek tepkisini gösterecek; ama hayalinde ona kıçından tekmeyi basacak. O da diğer yürüyen herkes gibi bunu arzulayacaktı.
Her gidişin bir de dönüşü var. Katre, dönerken “Yer yok kardeşim, buraya yanaşma.” diyen insanların kapıya dizildiği yerden metrobüsün içine atlayıp “İşte bak, yer varmış.” diyerek diğer yolcularla sanal kavgaya tutuşacak, her gün olduğu gibi metro çıkışlarında, girişlerinde asansörü deneyecek. Asansör meselesine gelmişken yine bir hikayemi anlatmak isterim. İTÜ / Maslak’a giden metronun en arkadan bir önceki vagonundan inilince asansörün olduğu araya denk geliyorsunuz. O vagondan inenler, diğer vagonlardan inenlerden daha hızlı adım atarlar. Hızlı adım atanın esas nereye varmak istediği biz İstanbullu çalışan sınıfının kabak gibi bilebileceği şeylerden biridir. Bir keresinde ben bunu taklit ettim. Metro durunca vagon kapısından fırladığım gibi yürüyen merdivenlere yöneldim. Sürü psikolojisine güzel bir örnektir.
Katre’nin kullandığı bu yollar tam bir dövüş arenası gibi. Yaşlılara yer yok, çocuklar servis araçlarına mahkum, engellilerin durumu hakkında çok bir bilgim yok. Simto Alev’in yıllar süren kaldırım direği hikayesi aslında bir özet gibi. Normal bir insanın empati eksikliği yüzünden hiç önemsemediği minik şeyler bu şehri sadece belli kalıplara uyan dar bir kitlenin rahat yaşayabilmesine imkan tanıyor. Nüfusu İstanbul’un onda biri olan Zürih’te gördüğüm engelli sayısı burada gördüğümden çok daha fazla. Oranın da tehlikeli mahalleleri var, orada da sokakta yaşayan dilenciler, yere çöp atan sorumsuzlar, ırkçı tavır takınan insanlar var; ama orada engelliler dışarı çıkabiliyorlar, kaldırımlar tekerlekli sandalyeyle çıkılabilecek yükseklikte, hayvanat bahçesinde kendi başlarına takılabiliyorlar, çocuklar kaldırımda scooter kullanabiliyor. Çok üzgünüm; ama yaşını başını almış bir engelli görememenin sebebi hakkında söylenenler doğru olabilir. Vebali Katre ve benim, hatta siz değerli okuyucumuzun boynuna.
Sizi bilmem ama Katre’de benden izler var. Her işe gidip geldiğimde, sürekli etrafa negatif enerji yayan insanlar var ve haliyle ben de istemeden yayıyorum. Biraz gülümsemekten ne zarar gelir? Serdar Kuzuloğlu’nun bir blog yazısında dediği gibi, gülmek sadece selfie çekince aklınıza gelmesin. İçinizden gelmese bile gülümseyin. Bir deneyin. Hatta bir gülen insanlar hareketi başlatalım. Gülümseme hareketi, tebessüm hareketi, ismi ne olursa olsun. Yapacağımız tek şey arada bir yüzümüzü kontrol etmek.
Bu yazının başlığını, Selçuk Şirin’in jüri üyesi olduğu bir yarışmanın temasından aldım. Göçle ne alakası var bu yazının bilmiyorum; ama o yarışmayı duyduğumda aklıma bunlar gelmişti. Öyle sanıyorum ki, bu işini sevmeyenler memleketinde koşturup duran insanların (işini sevenler dahil) akıllarından en az bir kez bu hayat silsilesinden bıkıp göç etmek geçmiştir.